O Karabinanın Ruhsatı var mı?
Üzerine uzun zamandır düşünmem gerekmeyen bir konu hakkında yakın aralıkla iki bağımsız sosyal çevrede söz söylemem gerekti. Pek yaşanan bir durum değil bu hayatımda. Her ne kadar çevreler aynı ortak hobinin kesişiminde olsalar da hem yaş hem de gelenek bakımından farklı kesimlerden geliyorlardı. İkisinden birinde kendi düşüncelerimle ortaklık bulabilmeyi beklerken yine marjinal kalınca durum hakkında biraz daha kafa patlatmam gerekti. Nihayetinde durum sosyal bir sorunu işaret ettiği kadar yaşadığımız dünyanın, hiç görülmemiş bir hızda nasıl değiştiğini de gösteriyordu.
Türkiye’de dağcılık Avrupa’nın sıkılmış aristokratlarına kıyasen biraz geç kalsa da bilimsel ve askeri amaçlarla gelişmiştir. Günümüzde ise dağcılığı, en azından teknik anlamdaki en ileri disiplinlerinin öncülüğünü çoğunlukla üniversite kulüpleri yapıyor. Bu, dünyadaki diğer yerlere göre biraz tezat olan durumun açıklaması kendi başına bir yazıyı gerektirse de basitçe okulların bugünlerde giderek sağlamaktan imtina ettikleri finansman ve üyelerinin görece boş zamanıyla açıklamak mümkün.
Türkiye’deki diğer pek çok yaygın spor dalına nazaran dağcılıkla ilgili ilginç bir durum da devletin ve spora uzanan kolları olan spor federasyonlarının dağcılık açısından yıllardır süren alakasızlığıdır. Türkiye Dağcılık Federasyonu veya kısaltmasıyla tDF’nin Türkiye dağcılığının yirmibirinci yüzyılında pek anlamlı bir yeri yoktur. Ne sporun gelişmesi için kayda değer bir çalışması görülmüştür ne de görülen çalışmaların zararlı olmadığı1. Federasyonca verilen eğitimlerin yetersizliği ve neredeyse bir askeri kampı andırması çok yaygın bir kanıdır. Kaynağı artık tarihe karışmış olsa da bir TDF geleneksel tırmanış eğitiminde dönemin meşhur federasyon başkanının “tahta sikke” gibi gayipten şeyler uydurduğu bile kaydedilmiştir. Bir nesil dağcının dönemde eline aldığı her şeyi gülerek “sikke” olarak anıp kıkırdamasına sebep olan bu durum TDF’li ve eğitimli herkesin neden “federaller” olarak anıldığına iyi bir örnektir.
Tabii TDF’nin durumu, mülke has bir beceriksizlikle kalsa, kendisinden hiç bir şey beklemeyen ve gerek de duymayan Türkiye dağcılık camiası için ancak bir eğlence konusu olurdu sadece. Ne yazık ki; devlet kaskından kramponuna kadar devlettir ve her unsuru ile kendini gösterir. TDF’de devletçilik oynamaktan kendini alamamış ve geçtiğimiz yirmi sene içinde çeşitli vesileler ile kendisini Türkiye’de; YTÜDAK, DKSK, İTÜDAK ve diğerleri gibi Türkiye dağcılığına nice insan katmış köklü dağcılık kulüpleri yokmuşçasına dağcılık eğitimin tek ve yek ve muhteşem kaynağı olarak yerleştirmek için çeşitli şekillerde girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimler benden eğitim alacaksınız taleplerinden, size eğitmen göndereceğime doğru uzanmıştır. Girişimlerin özeti istenilen yapılmazsa devlet şiddetini, bireysel bir spor için hiç bir anlamı olmayan spor lisansları ile bireyler ve kulüpler üstünde kullanma tehditidir. Ya benden eğitim alacaksınız ya da…
Tabii Türkiye dağcılığının örgütlü olduğu ve ülkenin sindirilmiş bir korku cehenneminde yaşamadığı dönemlerde bu tehditler sökmemiştir. Ne TDF dağcılık kulüplerindeki bilgi birikimi ile yarışabilecek durumdadır ne de iktidarın kendi büyük dertlerinden kafasını kaldırıp bu alakasız konuya dikkatini vereceği zamanı vardır. Nihayetinde TDF’nin lisans tehditinin işe yaramasının tek yolu bir yaptırım gücü elde etmesidir. Geleneksel olarak dağa çıkmak için devletten izin alınmayan ve gerekirse devlete rağmen çıkılan bir ülkede bu tehdidi savurabilmesi için minnak TDF’nin abisini çağırmaya bir sebep bulması gerekecektir.
Dağlar tehlikelidir. Ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar buralara gidilmemesinin sebebi tanrıların orada yaşaması değil, gidenlerin pek geri dönememesidir. Bu gerçek asla değişmeyecek. Dağcılığı insanlar için çekici kılan zorluğu yaratan, dağcılara karşı insanların hayranlığını uyandıran bu tehlikedir. İstatistiksel dağcılık olarak dünyada yapılan en tehlikeli sporlardan biridir. Dünya’da her üç kişiden birinin öldüğü ve hala sürdürülen tırmanışlar vardır. Türkiye’deki dağlar ve veya yapılan tırmanışlar da benzer tehlikeleri içerse de doğaları bu tehlikelerin riskinin ciddi şekilde azaltılmasına imkan sağlayacak durumdadır. Anadoludaki dağlar ne çok yüksektir, ne çok tekniktir ne de iklimsel koşuları korkunçtur. Hali ile bu tehlikelerin bireysel veya örgütlü olarak yönetilmesi çok kolaydır.
Elbette bu sadece teoride kalan devletlerin işlerini yapmasını gerektirmektedir. Bu harita sağlamak, rota ve alanlarda işaretleme yapmak, gerektiği durumlarda dileyenlere rehber sağlayabilmek gibi bilgilendirme şeklinde olabileceği gibi, acil müdahale için gereken donanımı ve personeli sürekli hazır tutmak, tehlikeli alanların tehlikesini azaltmak için çalışmalarda bulunmak, sığınaklar inşaa etmek gibi önleyici de olabilir. Örneğin; kimi ülkelerin Alp’lerinde kurtarma çağırırsanız bilabedel, tam donanımlı, bu işe ayrılmış bir helikopter sizi gelip alacaktır. Bunun için sizi ne utandıracak, ne açıkça ayıplayacak, manşetlere amatör diye yazacak ne de devleti zarara uğratıyorsunuz diyeceklerdir ki; siz canınızı tehlikeye atmadan yardım isteyebilin ve kendinizi gerçekleştirebilin diye.
Türkiyede dağcılık gelişmiş olsa da sanıldığı kadar yaygın değildir. Son zamanlarda dağcılığın bir parçası olan ama çoğu zaman hor görülen klasik tırmanışın, spor kaya tırmanışının ve yüksek irtifada yapılan yürüyüşlerin sayısı artmış olsa da ölümlü kazalarda belirgin bir artış olmamıştır. Bunun sebepleri tartışılabilir olsa da Türkiye dağcılığının geleneğinin gücüne bağlamak benim tercihim. Buna rağmen Bursa Beyinin her Uludağ’da yaşanan kaybolma vakasından sonra hadsiz ve yetkisizce dağı yasaklama çabasına çok kere şahit olunmuştur. Her seferinde bir şekilde uygulanmayan bu fermanlar, Uludağ’da 2019’da yaşanan ve Mert Alparslan ile Efe Sarp’ın yaşamına mal olan son kazadan sonra çıkan ferman ile uygulanır hale gelmiştir. Dağ artık yasaktır. Sadece ay önce dilekçe ile başvurup dağa çıkmak lütfedilenler dağa salınacaktır. Aksi halde insanları kurtarmaya oralara çıkmaya üşenenler devletin tüm kaynakları ile peşinize düşüp sizi indirip ceza kesecektir.
Covid’in hemen ertesi baharda tüm dünyayı tüm üniversite kulüpleri ile birlikte sarsması da bu olayın ardına gelmiştir. Hatırlayanlar olacaktır ki; Türkiye’de bisiklet sporu lisansı alanların sayısı da bu yıllarda dışarı çıkabilmek isteyen insanlardan dolayı patlamıştır. Bu dönem dağcılık kulüplerinin faaliyetlerinin sekteye uğradığı, biriken deneyimli insanların kulüplerden koptuğu ve ülke sathındaki örgütlülüğün de düştüğü bir zaman olmuştur. Bu açık altında Bursa Beyinin, devletin kaynaklarını tüketip, devletin memurunu zora sokan densiz amatör dağcılara karşı açtığı savaş tüm ülke sathına yayılmıştır. Artık hangi dağa giderseniz muhtemeldir ki biri size en azından lisans soracaktır. Artık dağcılık devletin verdiği ehliyetin ve lütfettiği izinlerin konusudur. Öyle ki; Türkiye’de 1972 yılından beri tırmanılan, üçüncü köprü, otoban, organize sanayi gibi ekokırım projeleri ile koruma durumu hiçe sayılan, kaya tırmanışının beşiği sayılan Gebze Ballıkayalar Tabiat parkının kapısına bile utanmadan koca harflerle “TIRMANIŞ YASAKTIR” yazılabilir hale gelmiştir.

Türkiye dağcılığı bu gelişmeye son saldırıda direnememiştir. Bu hem Türkiye’de faşizmin ilgisinin ne kadar anlamsız derecede küçük sosyal alanlara sirayet ettiğinin göstergesi olabileceği gibi, hem de toplumsal birlikteliğin de kırıldığına işaret edebilir. Toplumsal apolitikleşmenin ve ahlaksızlığı erdem haline getiren bir toplumsal düzende ilkeleri yük gören insanların bir kısmının da dağcı olması şaşırtıcı değildir. Makro düzeyde durumun böyle olması Türkiye’nin yakın tarihine şahitlik etmiş kimseyi şaşırtmayacak olsa da mikro seviyede kendi çevremde bu otoriter görüşün nasıl kök saldığı ise benim açımdan daha dikkate değer. Keza çevremdeki insanların çevremde, tırmandığım insanların da ipimin diğer ucunu tutuyor olmasının bir sebebi var.
Sorulabilir ki: bunda ne var? Öyle ki; bu yazının yazılmasına sebep olan da bu sorunun bana yöneltilmiş olmasıdır. Genelde soru, başka ülkelerde de böyle şeylerin olduğu veya lisans almanın ne zararı olduğu ifadeleri ile desteklenmektedir. Cevap bu konuda basit aslında; Devlet bu kazaların tekrar yaşanmaması için o örnek gösterilen medeni ülkelerde yapılan tedbirleri almış mıdır? İzin prosedürlerinin maddi herhangi bir anlamı var mıdır, insanlara “hayırdır arkadaşlar” demekten başka? İzin gereklilikleri beşeri veya ekolojik herhangi bir koruma amacı taşımakta mıdır, devletin dağa gidenleri azaltarak kazaları azaltmasının dışında? Hayır, bu soruların tamamının cevabı hayır. En basit tedbirler dahi alınmamıştır. Gerçekleşen iki şey vardır bu kararların ardından: Devlet kontrol fantazilerini yerine getirmiş ve dağa giden veya gidebilecek insanlara anlamsız bir engel çıkarılmıştır.
Yaşanan bu gerilemeye destek olanların şimdiye kadar karşılaştığım iki hali bulunuyor:
Bunlardan ilki dağcılık sporunu ve belki de hayattaki diğer şeyleri de herhangi bir ahlaki duruş göstermeden elde etmekte sakınca görmeyenler. Bu tavır bir miktar opportunisttir özünde keza birey tırmanmak istemektedir ve bunun nasıl gerçekleştiği bir sorun değildir. Bu düşüncenin bir ucunda dev tekerli araçları ile dağlık alanları tahrip ederek zirveye çıkmak vardır, diğer ucunda da sporun geleceğini tahrip edecek olsa da baskılara boyun eğmek. Bu davranış bencilce bir kökten gelebileceği gibi kimi zaman çaresiz durumlarda çaresizce itaat etmek olabilir. Bu “ya kanka nolcak yaaa” diyen biri ile “bunu yapmazsam tırmanamayacağım, hali ile yapacağım.” diyen iki kişi şeklinde düşünülebilir.
Diğer yandan ya alışkanlık ya eğitilmişlik ya da kabullenme altında, zorbalıkları üzerine pek de düşünmeden haklı çıkarmak geliyor. Bu devlet bir şey yaptıysa doğru yapmıştır düşüncesinin uzantısı olarak görülebilir. En iyi halinde politik ve sosyal bir bilinçsizlik olarak adlandırabileceğim bu durumda ya baskıya karşı bir savunma mekanizması olarak gerekçelendirme yapmak ya da bununla mücadele etmekten kaçınmaya çalışmak yatıyor. Kimse her şeyle sürekli kavga etmek istemez ama her şey sizinle kavgaya giriştiyse çok yapacak bir şey kalmıyor geriye.
Konuya ilişkin girdiğim tartışmalarda lisans zorunluluğuna boyun eğilmesinin bildiğimiz anlamda ülkedeki dağcılığa mal olduğunu belirtmem; dağa nasıl gidildiğini önemseeyenlerce genelde “o zaman gidip sen tutuklatırsın kendini” gibi saldırgan tavırlarla, kontrol ve denetimi şartsızca devletin tartışılmaz hakkı olarak görenlerce “ne var bunda başka ülkelerde de var” şeklinde karşılandı. İnsanların içinde bulundukları sabit düşünsel dengenin sallanmasına duygusal tepkiler vermesi çok normal görülebilir. Eğer gelişen sorunun bu noktada son bulacağı düşünülüyorsa pekala konu geçiştirilip 2013 yılında sadece 1$ tutan ve 15 dakka içinde alınabilen ama bugün neredeyse birkaç işlem gerektirip $8+ tutan lisansı alıp, sanki İsrail ablukasında yaşıyor gibi her dağ geçidinde aylar önceden resmi yazışmalarla aldığımız mühürlü, damgalı resmi kağıtlarımızı gösterip hayatımıza devam edebilirdik. Sonuçta şu andaki olağan yaşantımız da bundan pek farklı değil.
Aslında devletin ne istediğini gözlemlemek çok zor değil. Yaşanan kazalara ilişkin yapılan açıklamalarda kullanılan dil çok şey ifade ediyor. Özellikle basın ile yetkililerin2 dilinde kaybolan veya ölen dağcıları mümkün olursa “amatör” olarak adlandırmak yaygındır. Neredeyse hiç profesyoneli3 olmayan bir sporda bu ifade; eğitimsiz, yetersiz demenin kabul edilebilir yoludur. Haliyle sorun dağcıların amatörlüğü(!) ise devletin bir ihmali yoktur yaşanana ilişkin. Dolayısıyla devletin çözmesi gereken sorunda maddi değil beşeridir. Yasaklar, denetimler ve birazdan değineceğimiz üzere eğitimler gereken çözümdür.
Kontrolsüz gücün durduğuna pek şahit olunmamıştır. Yazının başında minik TDF’nin abisini çağırmak için ihtiyacı olan koşullar oluşmuş, abisi yardıma gelip ülke sathındaki tüm dağların kapısına oturup “siz hayırdır” demeye başlamıştır. O anlamsız lisans artık bir anlam teşkil etmeye başlamış olduğundan TDF de artık dolu bir iktidarın sahibidir ve kendisi de siz hayırdır demeye hazırdır. Özellikle eğitim gelenekleri sekteye uğramış, salgın ile deneyim aşınması yaşamış kulüplere gidip artık benden eğitim almadıysanız lisans alamazsınız, lisans alamazsanız da dağa falan gidemezsiniz demesine ramak kalmıştır.
Bu etkin olarak sivil dağcılığın bitmesi, devlet kontrolü ve kalitesinde bir dağcılığın onun yerini alması demektir. Dağcılık basit bir spor değildir. Tek bir disiplinden oluşmadığı gibi icraati de sabit tanımlara girmez. Bir dağcının varlığı yıllar içinde yerine oturduğu gibi eğitimi ömür boyu bitmez. Dağcı canını istediği şekilde tehlikeye atabilir, keza işin özü budur. Devletin görevi bunun ne kadar olabileceğine karar vermek değil, vatandaşın gereken her yerde hayatını korumaya ve geliştirmeye çalışmaktır. Nihayetinde eğer gidişat değişmez ise dağcılık, beton kafalılarca konmak istediği kapta ya ölüp gidecektir ya da olduğu yerde anlamsızlaşacaktır.