Yeşil Elbiseli Kadın
Uzun zamandır yaşanmamış güzel bir an oldu hayatımda geçenlerde. Konstantiniyye’yi güzel yapan şeylerden bir tanesi rahat geçen uzun yolculukların yarattığı sosyallikti. Genelde vapurda yaşanan bu anlarda, insanların elinde bulunan fiziki gazetelere kaydırılan gözlerinden doğan gündeme ilişkin sohbetlere girilir, yolculuklar boş geçmezdi. Artık hayatımızda fiziki şeylerin kalmamasından mı yoksa şehirde rahat bir yolculuğun imkansızlığından mı bilinmez eskiden kalan bu anılarıma yenileri pek eklenmiyordu. Burada anlatacağımdan bir önceki anımın üzerinden üç yıldan fazla geçti.
Kadıköy-Kartal metrosunda uzun sürecek bir yolculuğa hazırlık olarak yanımda bir kitap getirdim. Artık yaşamlarımızda huzur içinde kitap okuyabilecek kadar oturabildiğimiz bir bu tür uzun yolculuklar kaldığından fırsatı kaçıramazdım. Metrolarda internet erişiminin mümkün olması ile artan ekran sayısına yaşlı bir serzenişle kitabımı açtıktan sonra okumaya başladım. Çok geçmeden yanıma biri oturdu yeşil elbisesi ile.
Yol boyunca göz ucuyla kitabı kesen yoldaşımın merakını keyifle izledim. Artık elinin kolunun çantalarla bağlanmış olmasından mı yoksa tercihten mi telefonuna gömülmediğini bilmiyorum ama sıkıcı yolculuğun monotonluğunu kitabımdan kestirdiği paragraflarla kapatıyordu. Uzunca bir süre sonra bir noktada baya okur konuma gelince, vapurda gazetenize göz kaydıran kişilere yaptıldığı gibi şakayla karışık dilerse okuyabileceğini söyledim. Gülüştük. Eskiden bunun normal olduğundan, kitabın neresi ile ilgilendiğinden bahsedip hızlı bir kitap tavsiyesi almam ardından ineceği durağa vardık. Walter Benjamin’in Pasajlar kitabı önerisini bana veren yeşil elbiseli kadın metrodan indi ve ikimiz de hayatlarımıza devam ettik. Ne yazık ki ne sonsuz İnternet’in ne de benim anımın bir parçası olacağını muhtemelen asla bilemeyecek.
Elbette sadece güzel bir anımı yazmak için açmadım bilgisayarı. Yolculuğun kalanını olağan sosyal yalıtılmışlığımız üzerine düşüncelerle geçirdim. Tahminen beklentiniz yine telefonlarına gömülmüş insanlara sövecek olmamdır ama aslında başka bir konu aklımdaydı yolculuğun kalanında. Elbette ağ bağlantılı hayatlarımızın şehir hayatının sunduğu eski sosyalleşme alanlarını yok ettiği hakkında söylenebilirim ama benim açımdan bu sadece bir yazılım özgürlüğü sorunu. İnsani bir düzen sunduğu durumda pekala dijital yaşamın bir parçası olmayı tercih ederdim çünkü zaten o yaşamın öncülerinden biriyim ve neler sunabileceğini gayet iyi biliyorum ve çok özlüyorum. İtirazım insanların yeni sosyallik biçimine değil bunun gerçekleştiği alanın her anı gözetleyen korkunç sermaye tekellerinden oluşan bir distopya olmasında. Bu yazının tam olarak konusu da bu; distopya.
Fiziki yaşamımızı bu gözetlenen korkunç alanlarda bir miktar dijitalleştirdik. Buna itirazı olan insanlarla Mastadon gibi özgür dijital alanlar oluşturduk ve gözetimin bir parçası olmayı reddederek hayatımızda deneyimleyebileceğimiz pek çok şeyden mahrum kalmayı göze alarak onurlu bir yaşam sürebiliyoruz. Toplumun tam bir parçası olamıyor ve anlık iletişimin çağdaş faydalarından tam olarak yararlanamıyor olsak da yeşil elbiseli kadını ve küçücük bir anda kendimiz için yarattığımız anıyı kimse elimizden alamaz değil mi? Bu konuda yanıldığımı fark etmem sadece 2 duraklık zaman aldı.
Dijital hayatınızın hakimiyetini elinize almak için feda edecekleriniz çok önemli şeyler olsa da hayati sayılmaz. Peki fiziki hayatınızı ele almak için ne kadar fedakarlık yapabilirsiniz? Bir senelik maske zorunluluğu tüm dünyayı çıldırma noktasına getirdi ve bir gramlık plastik kumaşlardan anayasal tartışmalar doğurdu. Peki tüm kamu alanlardında sınırsız bir şekilde gözetlenip, fişlenip incelendiğiniz gerçeği ile yaşamak zorunda olsanız bu durumla başa çıkmak için ne kadar fedakarlık yapabilirsiniz? Bunlar retorik sorular değil benim gözümde çünkü yakın zamanda İstanbul Büyük Şehir belediyesinin toplu taşıma araçlarında neredeyse karış ara ile dizdiği kameralarda yüz tanıma sistemleri üzerinden gözetim yaptığı ve bu bilgileri analiz ederek sakladığını öğrendim. Şaşırtıcı olmadı keza bu kadar kameranın doğal uzantısı bilgisayar destekli gözetlemenin de üzerine yerleşmesi idi fakat bir şeyi neredeyse kesin olsa dahi tahmin etmekle bilmek arasındaki fark şaşırtıcı. Mahremiyet üzerine genel safsataları, “kim seni neden izlesin” aptallığını burada tartışmayacağım. Bir gün sonuçları ile herkese malum olacak şayet gidişat değişmezse.
Soru şurada. Şayet bu tip bir gözetimle mücadele etmek istersem alacağım tedbirlerin, hızla insani ilişkilerin terk ettiğim dijital alanlara kaydığı bir dünyada kalan zerre miktardaki fiziki insan temasını da katledeceği gerçeği ile yaşayabilir miyim? Dijital gözetimden kaçmak istiyorsanız hesap açmazsınız, yüz tanıma sistemlerinden kaçmak istiyorsanız sizi siz yapan en insani görüntünüzü, yüzünüzü saklarsınız. Düşünüyorum ki; şayet yüzü maskeli olarak metro vagonunda yeşil elbiseli kadınla aynı deneyimi yaşar mıydık? Konuşmaya başlasak bile aynı sıcak insan ilgisini soğuk plastik maskelerin ardından deneyimleyebilir miydik? Sanırım cevap hayır olacaktır.
Nihayetinde fiziki dünyayı işgal eden gözetimci dijital alanların ürettiği imkanlar giderek geriye kalan fiziki dünyayı da kendi imgesinde şekillendirmeye başlıyor. Dijital takipten kaçan herkesi artık fiziki yaşamlarında da takip etmeye başlıyor. Instagram’a erişememeyi ölmeye benzeten insanların arasında bir hayalet olmaktan dümdüz hayalet avcılarından kaçtığımız bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Teslim olup, otoriter düzenin sıcak kollarında telefonunuzun ekranından damarlarınıza akan tatlı endorfinin tadını çıkarabilirsiniz elbette. Kalanlar için mücadele kızışıyor ve yalnızlaşıyor.